İlahiyat

Fiziksel Ölüm Üzerine

Louis Berkhof

Çeviren: Toğrul Salamzade

Kutsal Yazılar’daki ölüm fikri fiziksel, ruhsal ve ebedi ölümü içerir. Fiziksel ve ruhsal ölüm doğal olarak günah öğretisiyle bağlantılı olarak ele alınırken, ebedi ölüm daha özel olarak genel eskatolojide değerlendirilir. Bu nedenle, kelimenin herhangi bir anlamıyla ölümün tartışılması bireysel eskatolojide yersiz gibi görünebilir. Ancak geçmiş nesilleri nihai sona bağlama çabasında tamamen göz ardı edilemez.

Fiziksel Ölümün Doğası

Kutsal Kitap fiziksel ölümün doğasına ilişkin bazı öğretici bilgiler içerir. Ölümden çeşitli şekillerde söz eder. Matta 10:28; Luka 12:4’te, ruhun (psuche) ölümünden farklı olarak bedenin ölümü olarak söz edilir. Burada beden canlı bir organizma olarak kabul edilir ve psuche açıkça insanın pneuma‘sı, doğal yaşamının ilkesi olan ruhsal unsurdur. Bu doğal ölüm görüşü Petrus’un 1.Petrus 3:14-18’deki sözlerinin de temelini oluşturur. Diğer pasajlarda psuche‘nin, yani hayvansal yaşamın ya da canlılığın sona ermesi veya bunun kaybı olarak tanımlanır, (Mat. 2:20; Mar. 3:4; Luk. 6:9; 14:26; Yu. 12:25; 13:37,38; Elç. 15:26; 20:24 ve diğer pasajlar [Bavinck, Bijb. en Rel. Psych., s. 34.]. Son olarak, beden ve ruhun ayrılması şeklinde de tasvir edilir, (Vaiz 12:7; ayrıca bkz. Yaratılış 2:7). Bu, Yakup 2:26, Yuhanna 19:30; Elçilerin İşleri 7:59; Flp. 1:23 gibi pasajlarda da temel olan bir fikirdir. Ayrıca Luka 9:31; 2.Petrus 1:15,16 ayetlerinde de exodus kelimesinin kullanıldığına dikkat ediniz. Tüm bunların ışığında, Kutsal Yazılar’a göre fiziksel ölümün beden ve ruhun ayrılmasıyla fiziksel yaşamın sona ermesi olduğu söylenebilir. Bazı mezhepler kötülerin ölümünü böyleymiş gibi gösterse de bu asla bir yok oluş değildir. Tanrı yarattığı hiçbir şeyi yok etmez. Ölüm varoluşun sona ermesi değil, yaşamın doğal ilişkilerinden kopmasıdır. Yaşam ve ölüm, varlık ve yokluk olarak birbirlerine karşıt değildir, yalnızca farklı varoluş biçimleri olarak birbirlerine karşıttırlar. Ölümün tam olarak ne olduğunu söylemek oldukça imkânsızdır ve buna verecek cevabımız yok. Yaşamın özünde ne olduğunu bilmiyoruz, onu yalnızca ilişkileri ve eylemleriyle tanıyoruz. Deneyim bize bunların koptuğu ve sona erdiği yerde ölümün devreye girdiğini öğretir. Ölüm, yaşamın doğal ilişkilerinde bir kopuş anlamına gelir. Günahın kendi başına ölüm olduğu söylenebilir, çünkü Tanrı’nın suretinde yaratılmış olan insanın Yaratıcısıyla olan hayati ilişkisinde bir kopuşu temsil eder. Bu suretin kaybı anlamına gelir ve sonuç olarak yaşamın tüm ilişkilerini bozar. Bu kopuş aynı zamanda fiziksel ölüm olarak adlandırılan beden ve ruhun ayrılmasıyla da gerçekleşir.

Günah ve Ölüm Arasındaki İlişki

Pelagiusçular[1] ve Sosyanistler[2] insanın ölümlü olarak yaratıldığını öğretirler; bu sadece ölüme yenik düşebileceği anlamında değil, yaratılışı gereği ölüm yasası altında olduğu ve zaman içinde ölmeye mahkûm olduğu anlamına gelir. Bu da Âdem’in sadece ölüme yatkın olmakla kalmayıp, düşmeden önce de ölüme tâbi olduğu sonucunu doğurur. Bu görüşü savunanlar, öncelikle bebeklerin acı çekmesi ve ölmesinden elde edilen orijinal günah delilinden kaçma arzusuyla hareket etmişlerdir. Günümüz bilimi, içinde çürüme ve çözülme tohumunu taşıdığı için ölümün maddenin teşekküllü kanunu olduğu gerçeğini vurgulayarak bu görüşü destekliyor gibi görünmektedir. Erken Kilise Babalarından bazıları ve Warburton ve Laidlaw gibi daha sonraki bazı ilahiyatçılar, Adem’in gerçekten de ölümlü yaratıldığını, yani çözülme kanununa tabi olduğunu, ancak bu kanunun onun durumunda sadece günah işlediği için etkili olduğunu savunurlar. Eğer itaatkâr olduğunu kanıtlamış olsaydı, ölümsüzlük mertebesine yüceltilecekti. Günahı, yapısal varlığında bu açıdan hiçbir değişiklik yaratmadı, fakat Tanrı’nın hükmü altında onu ölüm yasasına tâbi kıldı ve ölümü deneyimlemeden sahip olabileceği ölümsüzlük armağanını elinden aldı. Bu görüşe göre, ölümün fiili girişi elbette ceza olarak kalmaktadır. Bu, supralapsaryen[3] görüşle çok iyi uyum sağlayabilecek bir görüş olmakla birlikte, bu görüş bunu şart koşmaz. Gerçekte bu teori yalnızca Tanrı Sözü’nde açıklandığı şekliyle gerçekleri bilimin tezleriyle örtüştürmeye çalışır, ancak bunlar bile onu zorunlu kılmaz. Diyelim ki bilim, günahın ortaya çıkışından önce bitkisel ve hayvansal dünyada ölümün hüküm sürdüğünü kesin olarak kanıtladı, o zaman bu ölümün rasyonel ve ahlaki varlıklar dünyasında da hüküm sürdüğü sonucunu çıkarmaz. Ayrıca, insan da dahil olmak üzere tüm fiziksel organizmaların içlerinde çözülmenin tohumlarını taşıdıkları şüpheye yer bırakmayacak şekilde kanıtlanmış olsa bile, bu durum insanın düşüşten önceki kurala bir istisna teşkil etmediğini kanıtlamaz. Evreni yaratan Tanrı’nın kudretinin, insanı sonsuza dek yaşatmak için yeterli olmadığını söyleyebilir miyiz? Dahası, Kutsal Yazılar’daki şu bilgileri de aklımızda tutmalıyız: (1) İnsan Tanrı’nın suretinde yaratılmıştır ve bu, Tanrı’nın suretinin başlangıçta var olduğu mükemmel durum göz önüne alındığında, içinde çözülme ve ölümlülüğün tohumlarını taşıma olasılığını dışlıyor gibi görünmektedir. (2) Fiziksel ölüm Kutsal Yazılar’da, insanın itaat yolunda ölümsüzlüğün doruğuna yükselememesinden kaynaklanan orijinal durumunun devam etmesinin doğal sonucu olarak değil, ruhsal ölümünün sonucu olarak temsil edilir, (Rom. 6:23; 5:21; 1Ko. 15:56; Yak. 1:15). (3) Kutsal Yazılar’daki ifadeler kesinlikle ölüme, günahın insanlık dünyasına getirdiği bir şey ve günah için pozitif bir ceza olarak işaret etmektedir, Yaratılış 2:17; 3:19; Rom. 5:12,17; 6:23; 1Ko. 15:21; Yak. 1:15. (4) Ölüm, insan yaşamında doğal bir şey, idealden sadece bir eksiklik olarak değil, kesinlikle insan yaşamına yabancı ve düşmanca bir şey olarak temsil edilir: Tanrısal öfkenin bir ifadesi, (Mez. 90:7,11), bir yargı, (Rom. 1:32), bir mahkûmiyet, (Rom. 5:16) ve bir lanet, (Gal. 3:13), ve sırf doğal olmayan bir şey olarak hissedildiği için insanoğlunun yüreğini dehşet ve korkuyla doldurur. Ancak bütün bunlar, günahtan ayrı olarak alt yaratılışta kelimenin bir anlamıyla ölüm olmayabileceği anlamına gelmez, ancak orada bile günahın girmesi belirgin bir şekilde yaratılışa yabancı olan bir yozlaşma esareti getirmiştir, (Rom. 8:20-22). Tanrı, katı bir adaletle, günahın işlenmesinden hemen sonra insanı kelimenin tam anlamıyla ölüme mahkûm edebilirdi, (Yar. 2:17). Fakat genel lütfuyla günahın ve ölümün işleyişini dizginlemiş ve Mesih İsa’daki özel lütfuyla bu düşman güçlere galip gelmiştir, (Rom. 5:17; 1Ko. 15:45; 2Ti. 1:10; İbr. 2:14; Vah. 1:18; 20:14). Ölüm artık sadece İsa Mesih’te sunulan kurtuluşu reddedenlerin yaşamlarında tam olarak görevini yerine getirmektedir. Mesih’e iman edenler ölümün gücünden özgür kılınır, Tanrı’yla yeniden bir araya getirilir ve sonsuz bir yaşamla donatılırlar, (Yu. 3:36; 6:40; Rom. 5:17-21; 8:23; 1Ko. 15:26,51-57; Vah. 20:14; 21:3,4).

İmanlıların Ölümünün Ehemmiyeti

Kutsal Kitap fiziksel ölümden bir ceza olarak, “günahın ücreti” olarak söz eder. Ancak imanlılar aklandıklarına ve artık herhangi bir cezai tatmin sağlama yükümlülüğü altında olmadıklarına göre, doğal olarak şu soru akla gelir: Neden ölmeleri gerekir? Onlar için ölümün cezai unsurunun ortadan kalktığı oldukça açıktır. Tüm günahları için tam bir bağışlanma elde ettiklerinden, artık ne işler antlaşmasının bir gereği olarak ne de mahkûm edici bir güç olarak yasanın altında değildirler. Mesih onlar için bir lanet olmuş ve böylece günahın cezasını ortadan kaldırmıştır. Fakat eğer durum böyleyse, Tanrı neden hâlâ onları ölüm gibi üzücü bir tecrübeden geçirmeyi gerekli görmektedir? Neden onları hemen cennetine göndermiyor? Bedenin yok olmasının mükemmel bir kutsallaşma için kesinlikle gerekli olduğu söylenemez, çünkü bu Hanok ve İlyas örnekleriyle çelişmektedir. Ölümün, ruhu şimdiki hoyrat ve duyusal bedenden kurtararak, imanlıyı şimdiki yaşamın hastalıklarından, acılarından ve toprağın bağlarından kurtardığını söylemek de yeterli değildir. Tanrı bu kurtuluşu, yaşayan kutsalların parousia[4] zamanında tecrübe edecekleri gibi ani bir dönüşümle de gerçekleştirebilir. İmanlıların ölümü, Tanrı’nın, halkını kutsallaştırmak için belirlediği acıların doruk noktası olarak görülmelidir. Ölümün kendisi Tanrı’nın çocukları için gerçek bir doğal kötülük, doğal olmayan ve onlar tarafından korkulan bir şey olarak kalsa da, lütuf düzeninde onların ruhsal gelişimine ve Tanrı’nın Krallığı’nın en yüksek çıkarlarına hizmet eder hale getirilmiştir. Ölüm düşüncesi, ölümle gelen yaslar, hastalıkların ve acıların ölümün habercisi olduğu duygusu ve ölümün yaklaştığı bilinci – bunların hepsi Tanrı’nın halkı üzerinde çok yararlı bir etkiye sahiptir. Ölüm, kibirlileri alçaltmaya, dünyeviliği dizginlemeye ve ruhsal düşünceyi geliştirmeye hizmet etmektedir. İmanlılar, Efendileriyle gizemsel birlik içinde Mesih’in deneyimlerini paylaşırlar. O’nun yüceliğine acılar ve ölüm yoluyla ulaştığı gibi, onlar da sonsuz ödüllerine ancak kutsallaşma yoluyla ulaşabilirler. Ölüm çoğu zaman içlerindeki imanın gücünün en büyük sınavıdır ve yenilgi gibi görünen bir anda zafer bilincinin çarpıcı belirtilerini ortaya çıkarır, (1.Pe 4:12,13). İmanlıların canlarının kutsallaştırılmasını tamamlar, böylece bir anda “yetkinliğe erdirilmiş doğru kişilerin ruhlarına” dönüşürler, (İbr. 12:23; Vah. 21:27). Ölüm imanlılar için bir son değil, mükemmel bir yaşamın başlangıcıdır. Ölüme, onun acısının ortadan kaldırılmış olduğu güvencesiyle giderler (1.Ko. 15:55) ve ölüm onlar için cennetin kapısıdır. İsa’da uykuya dalarlar, (2Se.1:7), ve bedenlerinin bile sonunda ölümün gücünden kurtulup sonsuza dek Rab ile birlikte olacaklarını bilirler, (Rom. 8:11; 1Se. 4:16,17). İsa, “Bana iman eden kişi ölse de yaşayacaktır” dedi. Pavlus, kendisi için yaşamanın Mesih, ölmenin ise kazanç olduğunun kutsal bilincine sahipti. Bu nedenle de hayatının sonunda sevinçle konuşabiliyordu: “Yüce mücadeleyi sürdürdüm, yarışı bitirdim, imanı korudum. Bundan böyle doğruluk tacı benim için hazır duruyor. Adil yargıç olan Rab o gün bu tacı bana, yalnız bana değil, O’nun gelişini özlemle beklemiş olanların hepsine verecektir” (2Ti. 4:7,8).

[1] Çevirmen Notu: Pelagiusçuluk, orijinal günahın insan doğasını bozmadığını ve insanların ilahi lütuf sayesinde insani mükemmelliğe ulaşmak için özgür iradeye sahip olduğunu savunan bir teolojik görüştür.

[2] Çevirmen Notu: Sosyanizm, Protestan Reformu sırasında İtalyan Rönesans hümanistleri ve ilahiyatçıları Laelius Socinus ve Fausto Sozzini tarafından geliştirilen ve ortaklaşa kurulan bir Üçlü-Birlikçi Olmayan bir inanç sistemidir. Sosyanizm en çok Tanrı’nın üniter doğası ve İsa’nın insan doğası hakkındaki Üçlü-Birlik karşıtı Hristiyan inançlarıyla bilinir, ancak özgür kişilerin eylemlerine ilişkin ilahi önbilginin inkârı ve Mesih’in önceden varoluşunun reddi gibi bir dizi başka ayırt edici teolojik öğretiyi de içerir (Bkz. Mortimer, Sarah (2010). “The Socinian Challenge to Protestant Christianity”. Reason and Religion in the English Revolution: The Challenge of Socinianism. Cambridge Studies in Early Modern British History. Cambridge: Cambridge University Press. syf. 13–38.)

[3] Çevirmen Notu: Tanrı’nın bireylerin kurtuluş için seçilmesine ya da seçilmemesine Düşüş’ten önce karar verdiğine inanan kişi.

[4] Çevirmen notu: İsa’nın İkinci Gelişi

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Göz Atın
Kapalı
Başa dön tuşu